BÖLÜM 2
Cole, karanlıkta titreyen neon ışıklarının arasından şehir merkezine doğru ilerliyordu.
İlk bakışta her şey canlı, hatta neredeyse büyüleyici görünüyordu.
Cıvıl cıvıl renkler, havada asılı hologramlar, dans eden ışık parçacıkları…
Ama bu parıltının ardında bir şeyler yanlış hissediliyordu.
Soğuk ve bastırıcı bir karanlık, tüm şehrin damarlarına sızmış gibiydi.
Cole ara sokaklara daldıkça yüzüne vuran o "gerçek" daha da keskinleşti.
Duvar diplerinde çökmüş evsizler...
Köşelerde müşteri bekleyen kadınlar…
Bıçak çeken serseriler, kanlı kavgalara karışan gençler…
Bazıları yüksek sesle küfrediyor, bazıları susturulamayacak kadar acı içinde inliyordu.
Bu bölge çürümüştü.
Ve bu çürüme... sadece insanların değil, sistemin de içindeydi.
Bir an durdu.
Gözleri yukarıdaki neon tabelalara kaydı.
Işık gözlerini kamaştırıyordu ama içi daha da kararıyordu.
"Tüm şehir böyle mi, yoksa sadece bu bölge mi bu kadar çökük?" diye düşündü.
Kafasındaki düşünceleri sildi.
Kendine geldi.
Şimdi burada hayatta kalması gerekiyordu.
Ve mümkün olduğunca dikkat çekmeden ilerlemek zorundaydı.
Gölgelere sığınarak yürümeye devam etti.
Ancak bir anda, sokakta panikle koşan bir grup serseriyle karşılaştı.
Ellerinde ateşli silahlar vardı, rastgele ateş açıyor, neonla aydınlanan duvarlara kurşun izleri bırakıyorlardı.
Kaçıyorlardı.
Peşlerinde, ağır zırhlı askerler vardı.
Taktiksel adımlarla ilerliyor, etrafı kuşatıyorlardı.
Altaris Komuta Ağı.
Cole, üsse inmeden önce aktarılan verileri hatırladı.
Dosyalarda bu şehirde de bir Altaris bağlantı noktası olduğundan bahsediliyordu.
Bir kontrol merkezi.
Bir tür geçici üs.
"Eğer oraya ulaşabilirsem… belki iletişim kurabilirim."
"Belki yardım alabilirim."
Ama sonra durdu.
Zihninde yankılanan son uyarı tekrar çaktı:
"Orada kimseye güvenmeyin."
İçinde bir savaş başladı.
Bir tarafta hayatta kalma içgüdüsü; diğer tarafta emir… ve korku.
Cole bir anda duraksadı.
Gözleri sokağın ilerisindeki hareketliliğe takılmıştı.
Yüksek teknolojili zırhlar, omuzlarında dev silah sistemleri taşıyan askerler…
Ve bir helikopterin yavaşça yere inişi.
Ama garip olan... hepsi sadece iki serseriyi takip ediyordu.
"Bu kadar güç… sadece iki adam için mi?"
Bu soru zihninde yankılandı.
Ama yanıt zaten belliydi.
Bu bir kovalamaca değil, bir gösteriydi.
Askerlerin hareketlerinde bir tür keyif vardı.
Serseriler acı içinde bağırıyor, yerde kıvranıyorlardı.
Ve askerler, onları sakince izliyor, hatta biri kahkaha bile atıyordu.
Bu... başka bir seviyedeydi.
Bu sadece kontrol değil, eğlence arzusuydu.
Cole'un zihni netleşti.
"Kimseye güvenme."
Artık bu cümle bir uyarı değil, bir ilke olmuştu.
Ama başka bir sorun vardı:
Üzerindekiler.
Patlamadan sağ çıkmıştı ama hâlâ yırtılmış, is içinde kalmış görev kıyafetlerini taşıyordu.
Bu haliyle sokakta yürümek, üstüne "Ben yabancıyım, beni takip edin" yazmak gibiydi.
Daha da kötüsü, Altaris Komuta Ağı tarafından verilen gezegenler arası ödeme kartı da, diğer ekipmanlarıyla birlikte kayıptı.
Yani bir şey satın alması da artık imkânsızdı.
Gözleri bir dükkâna kaydı.
Basit bir kıyafet dükkânı.
Neon tabelasında fiyatlar dönüyordu.
Işıklar titrek, içeriği sıradan görünüyordu.
Ama şu an onun için altın değerindeydi.
Kapıyı itti.
Ufak bir çan sesi havayı yardı.
Raflar, sıradan giysilerle doluydu.
Pantolonlar, montlar, birkaç ceket.
Aralarından hızlıca sade, sağlam duran bir set seçti.
Dikkat çekmeyecek bir şeyler.
Kasaya ilerledi.
Yavaş, normal bir müşteri gibi.
Tezgahtar orta yaşlı, yorgun yüzlü bir adam ona yaklaşırken, Cole içten bir nefes aldı.
Ve aniden,
kolunu kaldırıp, avucunun içiyle adamın şakağına sertçe vurdu.
Adam sendeledi.
Gözleri devrildi.
Sessizce yere yığıldı.
Hiç zaman kaybetmedi.
Seçtiği kıyafetleri hızlıca giydi.
Üzerindeki yırtık, yanmış görev kıyafetlerini orada bıraktı.
Eski hâlini geride bıraktı.
Yeni hâli... sıradan bir gezegen sakinine benziyordu.
Yüzü hâlâ sertti, bakışları uyanıktı ama dışarıdan bakıldığında yalnızca yorgun bir adam gibi görünüyordu.
Kapıyı açtı.
Sokağa geri çıktı.
Bu sefer daha sessiz, daha az görünürdü.
Cole yürüyordu.
Ama bu yürüyüş, sadece bir ilerleyiş değildi.
Bu, kalabalığın içinde görünmeden var olmanın, geçmişin suskun izleriyle yüzleşmenin yoluydu.
Adımlarını bilinçli atıyordu sessizce ama uyanıkça.
Her köşe, her ışık huzmesi, her gölge onun için bir tehdit ya da işaretti.
Şehir... canlıydı. Ama içten çürüyordu.
Renkler vardı; ama içleri boştu.
Sesler yükseliyordu; ama kimse gerçekten konuşmuyordu.
Bir yanda sokak lambalarının altında salınan kadınlar,
bir yanda karanlık köşelerde birbirine bağıran adamlar,
bir yanda kırık duvarlara yaslanmış, gözleri boşluğa bakan evsizler.
Cole sadece baktı.
Hiçbirine karışmadı.
Çünkü karışmak, bir parçası olmak demekti.
O ise bu dünyanın parçası değildi.
O, bir yabancıydı.
Sessizce geçmesi gerekiyordu.
Kaybolmadan.
Zihninin içinde, bir pusula gibi dönüyordu düşünceler.
Ekipten biri mi daha önemliydi önce, yoksa üs ile bağlantı mı?
Her iki ihtimal de onun hayatta kalma şansını artırırdı.
Ama önce hangisine uzanmalıydı?
Tam o anda…
Sokağın karşısından gelen bir ses, bu düşünceleri kesti.
"Dostum, duydun mu?"
"Şehrin diğer ucunda... kıyafetsiz bir kadın bulmuşlar. Sağ ayağı metalmiş."
Diğeri hemen cevapladı:
"Ciddi misin? Metal ayak mı? Sonra ne olmuş?"
"Polisler gelmiş, kızı yakalamışlar.
Sırtında garip bir dövme varmış diyorlar...
Bazıları tarikata ait diyor ama net değilmiş."
Cole'un gözleri hafifçe kısıldı.
İçinde tanıdık bir tını uyandı.
Tarikat kısmı onu ilgilendirmiyordu her şehirde bin çeşit söylenti dolaşırdı.
Ama metal ayak...
Bu bilgi...
Fısıltıların arasında bir gerçek gibi yankılandı zihninde.
Bir yüz belirdi aklında.
Ekibindeki kızlardan biri.
Dövmesi vardı, evet.
Ama asıl unutulmaz olan...
biyonik sağ ayağıydı.
Ve işte şimdi, ipucu oyunun içine sızmıştı.
Kalabalık yalan söylese de, detaylar konuşurdu.
Cole duydu.
Ve yönü belli oldu.